11 Ağustos 2015 Salı

kendimi yadsımak

Kendimi sürüklediğim bu yalnızlığa karşı koymamak adına inatçı bir duruş sergiliyorken, içimde artan öfkenin dizginlerini artık ellerimde hissedemiyordum. Aksine bitmek bilmeyen bir asabiyetin sınırlarında geziniyordum. Her ne kadar kulağa olağan geliyor olsa da içimde yükselen bu gürültülü karanlığı bastıramıyordum. İşin en garip tarafıysa buna alışıyor olmamdı muhtemelen. Bir şeyi inatla kabullenmiyor olsan da ona alışmaya başladığın ilk anda itirazlarının hatta isyanının dahi bir manası olmuyor-muş. Bu, durumumdan çıkardığım sonuçlardan belki de en kayda değer olanı sanırım.

Umursamazlığa doğru attığım her adım içimdeki duyarlı insanı gözden uzaklaştırıyordu. Dünyadaki tüm kötülükleri anlıyor hale geliyordum.  Şiddeti anlamlandırabiliyor, hatta empati yapabiliyordum. Önyargıyı en derinlerimde hissettiğimde insanların gönül aynama yansıyan ilk görüntüsünü daima saklıyor, şekillendirmemi ve tanımlamamı ona göre yapıyordum. Güven? Benim için artık önemi olmayan birkaç şeyden biri haline gelmişti çoktan. Bu da insanlara olan güvenimi de yanında götürüyordu. Bana karşı herhangi bir güven kırıntısı besleyip beslememeleri de umrumda olmuyordu açıkçası. Önceleri çok özenle beslediğim değer duygusunu hissedemiyordum. Kaybetmek demek buydu belki de. Değer verdiğim her insanı aslında bilerek olduğu yerde, ardımda bırakarak yoluma devam ediyordum. Arkama baktığımdaysa her biri gözle görülemeyecek kadar küçük kalıyorlardı, gözden düşmenin bir başka tabiri de bu olsa gerek, gözden uzaklaşmak. İsteyerek mi yapıyordum peki bunu, hayır. Tüm olasılıkları değerlendirerek olabilecek şeyleri düşünüyor, planlıyor ve ona göre bir yol çiziyordum, en azından çizmek üzereyim. Bana hissettirdikleri bu değersizlik düşüncesi beni çileden çıkarmaya yetiyordu ki içimde belirmeye başlayan öfkenin de harmanlanmasıyla gittikçe kabaran bir nehrin içine her birini bırakıyor ve öylece seyrediyordum. Onların tercihiydi bu, benim kanaatimde elbette. Halen doğruluğunu ya da yanlışlığını tartışmaya açık olduğumu düşünmüyorum. Peki, bunu istiyor muydum, bilmiyorum. Tek bildiğim, esareti altında kaybolduğum bu kötülüğün tümüyle kalbimi gölgelemeye devam ettiğiydi. Beynimin içerisinde yankılanan her bir düşünce ise şiddete kapıyı aralayan birtakım saçmalıklarla, sanırım şu anda en makul olan kelime bu, dolup taşıyodu.

Aynaya baktığımda suretime düşen endişeye karşı sadece anlamsızca bakıyordum. Kendimi tanıyamıyor, fotoğraflarda ve aynalarda gördüğüm, bildiğim, sahip olduğum bu yüze karşı korkarak bakıyordum. Ruhumun derinliklerinde hissettiğim tüm o duygulara göre bedenimin olmaması daha makul geliyordu. Aklı salim bir insanın düşünebileceği türden bir şey değil bu, muhtemelen şizofreni başlangıcına adımını atmış bir insan müsveddesinin aklına mukayyet olmamasından kaynaklanan etkisi büyük bir netice olabilirdi ancak. En dayanılmaz olanı ise, ara sıra canlanan kim olduğumu sorgulama anları. Böyle bir hapsolmuşluğun içerisinde tabii ki kim olduğunu unutuyor olmak insana büyük bir dezavantaj olarak geri dönecekti. Bana olan da tam olarak buydu, aleyhime işleyen zamanda savrulmak. Her bir saatin bu denli hızlı ilerleyişine tanık oldukça ismimi dahi hatırlamakta zorluk çekiyordum. Öncelerden beri alışmış olduğum bu his, arttıkça harflerimi dahi karıştırıyordum. Elbette bu hafıza kaybının ufak bir belirtisi olabilirdi, ya da uzun süreli bir dalgınlığın neticesi. Aslına baktığımız zamansa, tamamen kendini yadsımak.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder